Aramızda Jean Jacques Rousseau'yu bilmeyen, duymayan yoktur. Gerek ilkokulda gerek ortaokulda gerekse lisede yani erken öğrenim hayatımızın her kademesinde Rousseau'nun adını bir şekilde duyarız. Örnek verecek olursak bizim 8. sınıfta İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük isimli bir dersimiz vardı. Atatürk'ün gençlik hayatından bahsederken Rousseau'dan ve onun felsefesinden çok kez etkilendiğini öğrenmiştik. Gerçekten de Rousseau Büyük Atatürk'ü çok fazla etkilemiştir. Cumhuriyetimizin felsefi temellerine indiğimiz zaman Rousseau'nun Toplum Sözleşmesi isimli eserinde bahsettiği sistemlerin benzerlerine rastlarız. Rousseau'nun fikirleri başta Fransa olmak üzere bütün Avrupa'yı etkilemiş Fransız ihtilali sonrası kurulan devletlerin yönetim şekillerinin biçimlenmesinde etkili olmuştur. Neyse bu konulara ne de olsa tekrar değineceğiz. Şimdi Rousseau'nun felsefesine girmeden önce biraz onu tanıyalım ve hangi eserleri olduğunu görelim.
Rousseau tahmin edilenin aksine Fransa'da değil İsviçre'nin Cenevre kentinde 28 Haziran 1712 günü dünyaya geldi. Rousseau'nun annesi doğumdan 9 gün sonra enfeksiyondan dolayı ölmüştür. Rousseau bu durumu ilk talihsizliği olarak değerlendirir. Cenevre İsviçre'nin Fransızca konuşulan bir bölgesi idi. Tabii İsviçre Fransızcası, Fransa Fransızcasına göre farklılıklar gösterebiliyordu. Örneğin Fransa Fransızcasında 80 sayısı quarante-deux yani 40.2 şeklinde yazılırken İsviçreliler bunu karışık bulup değişirerek 80 için ayrı bir kelime kullanmışlardır.
Rousseau'nun babası bir zamanlar Topkapı'da saat tamirciliği de yapmış bir adamdır. Cenevre'de muhafazakar hiyerarşiye ters düşen babası Isaac, daha sonra Cenevre'den kaçmıştır. 16 yaşına kadar Cenevre'de kalan Rousseau daha sonra Cenevre'den ayrıldı. Sardinya ve Fransa'da yaşamaya başlayan Rousseau bu sıralarda Kalvinistlikten Katolikliğe geçti. Bu sıralarda tanıştığı Madamme de Warens'ın yanına yerleşti ve tutkuyla okumaya başladı. Rousseau daha önce hiç okula gitmemişti ve bu kadının ahlaki durumunu beğenmese dahi onun yanında kalarak kendini geliştirme fırsatını yakaladı. Kendini müzikte ve yazarlıkta geliştirmişti. 30 yaşında Paris'e gittiğinde artık oradaki liberal yaşamı etkileyecek önemli bir düşünür olacaktı. Burada önemli bir aydınlanma çağı düşünürü olan Diderot ile tanıştı. Diderot'un yayınladığı Encyclopedie'nin müzik alanındaki yazılarını yazmaya başladı. Birçok beste de yaptı. Saray tarafından oldukça beğenilen besteleri oldu ama Rousseau saray bestecisi olmak istemedi. Rousseau İtiraflar adlı eserinde anlattığına göre (Fransızca aslıyla: Les Confessions) tutuklu bulunan dostu Diderot'u görmeye giderken birden aydınlanma yaşamış ve cağdaşlaşma ve modernleşmenin insanlara yarardan çok zarar sağladığını fark etmiştir.
Rousseau için 1749 yılı bir dönüm noktasıydı ve 37 yaşındaydı. Dijon Akademisi o yıl ''Bilimler ve sanatlar ahlakın düzelmesine katkı sağlamış mıdır?'' başlıklı soruyla bir yarışma düzenliyordu. Bunu duyan Rousseau heyecanlanmıştır. Rousseau'nun bu konudaki görüşleri çok kati ve nettir. Cevabı tabii ki de ''hayır''dır.
''Decipimur specie recti.'' Horatius (İyi görünüşe aldanırız.)
Rousseau'ya göre insan kendi doğasında iyidir. Ve tekrar o doğal haline döndüğü takdirde yeniden iyi olabilir. Medenî insan kendilerine belirlenen sınırlar içerisinde sadece bir köledir ve özgürlüğünü teslim etmiştir. Örfler, adetler, görgü kuralları, insanların sahte kibarlıkları bunun göstergesidir.
''Hep nezaket gerekleri, kibarlık zorunlulukları içindeyiz; hep adetlere, kurallara uymaktayız. Hiç kendi ruhumuza uyduğumuz yok. Kimse olduğu gibi görünmeye cesaret edemez olmuş. Zorunlulukların sürekli baskısı altında toplum denilen bu sürüyü meydana getiren insanlar belli durumlar karşısında hep aynı şeyi yapacaklardır; başka türlü davranabilmeleri için çok önemli sebepler olması gereklidir. Bu yüzden karşımızdakinin nasıl bir adam olduğunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz; bu yüzden dostumuzu tanıyabilmek için büyük olayları bekleyeceğiz; o zaman da iş işten geçmiş olacak; çünkü onu tanımak zaten bu olaylar için gerekliydi.''
Jean Jacques Rousseau - Bilimler ve Sanatlar Üzerine Söylev Syf. 10- İş Bankası Kültür Yayınları
Bilimlerin ve sanatların insanlığı sürüklediği nokta bir yerde açık değil midir? Bu ne kadar da bağnazca bir düşünce gibi geliyor değil mi? Ama şöyle düşünelim, Nazılerin İkinci Dünya Savaşında kullandığı silahlar o dönemin en büyük bilimsel araçlarıydı değil mi? Dünyanın en ünlü bilimsel gelişmelerinden olan nükleer enerji faaliyetlerinin etkisi insanların birbirini öldürmesine ve tehdit etmesine yol açmadı mı? Bu teknolojilerin olmadığı dönemlerde insanlar yaşayamıyor muydu ve gelişen teknolojinin insanlığın sonunu getireceğinden korkmuyor muyuz? İnsanın doğasına dönmesi gerektiğini savunan Rousseau için tabii ki bilimler, ahlakın ve insanlığın gelişmesine katkı sağlamaz. Tabii ki bütün bunlar Rousseau'nun dediğinin bir yorumudur katılıp katılmamak size kalmış bir şey.
Rousseau Bilimler ve Sanatlar Üzerine Söylev'i ile yarışmayı kazandı ve geniş kitlelerce tanınmaya başladı. Daha sonra aynı eserini düzenlerken önsözünde şunu diyordu;
''Ün nedir ki? İşte ben ünümü şu zavallı esere borçluyum. Bana bir armağan kazandırmış ve adımı tanıttırmış olan bu eser, nihayet orta halli bir yazıdır; hatta diyebilirim ki bu kitabın en zayıf parçalarından biridir. Bu ilk yazı yalnız değeri kadar rağbet görmüş olsaydı onu yazan adam nice felaketlerden kurtulmuş olurdu. Fakat layık olmadan kazandığım bu şeref yüzünden insafsızlığa uğramam gerekiyormuş.''
Paris'in gösterişli yaşamından sıkılan Rousseau 1754'te cahil bir çamaşırcı olan metresi Therese Levasseur'ü de alarak Cenevre'ye döndü ve yeniden Kalvenciliği benimseyerek yurttaşlık haklarını geri aldı. Bu sıralarda Dijon Akademisi'nin ortaya attığı "İnsanlar arasındaki eşitsizliğin kökeni nedir ve bu eşitsizlik, doğal hukuk açısından doğru mudur?" sorusunu yanıtlayan Discours sur l'origine et les fondements de l'inegalite parmi les hommes'u (İnsanlar Arasında Eşitsizliğin Temeli ve Kökenleri Üzerine'yi yazdı. İlk denemesindeki görüşünü geliştirdiği başyapıt niteliğindeki bu çalışmasında insanların doğuştan gelen beden ve zekâ farklılıklarını bir yana bırakarak sonradan edinilmiş eşitsizlikleri tartışmaya açtı. Eserin detaylarına Rousseau'nun felsefesini anlattığımız kısımda değineceğiz.
1762'de en önemli eserlerinden olan ve günümüz hükümetlerinin çoğunun mihenk taşı eserlerinden olan ''Le contrat social'' yani Toplum Sözleşmesi'ni yayınladı. Bu eserinde tek başına yetemeyen insanların toplumlar oluşturduğu, özel mülkiyeti icat ettiği ve bir koruma anlaşması olan toplum sözleşmesini yaptıklarını söyledi. Bu sözleşme kaçınılmazdır ve oluşan devlet de bu genel isteme göre yönetilmelidir. Dönemin devletleri bu ilkeyi suistimal etmiş ve zorbalığı getirmiştir. Aynı yıl Rousseau yine en önemli eserlerinden olan çocuk yetiştirme üzerine eseri Emile ou de l'Education'u (Emile ya da eğitim üzerine) yazdı. Eser çocuk eğitimi üzerindeki bilgiçlik ve ahlak öğretimi ile ilgili eleştiriler içerir. Emile'in yayınlanması halinde tutuklanmakla tehdit edilen Rousseau Leurdon'a oradan da Büyük Frederik'in izniyle Motiers'e kaçtı. Kendisine saldıranlara Lettres de la Montagne isimli eseri ile cevap verdi. Tam çevirisi Montagne'den Mektuplar'dır. Bir türlü yaşadığı yer konusunda dikiş tutturamayan Rousseau bir ora bir bura gezdi durdu. Girdiği ortamlarda garip kişiliği dolayısıyla pek kabul göremedi ama yazdıkları ile insanların saygısını kazandı. Bu sıralarda İtiraflar isimli eserini yazdı. Bir süre sonra Paris'e döndü ve en büyük eserlerinden biri olan Les Reveries du promeneur solitaire'i yazdı. Burada bir dostu ona ev verdi. Rousseau halinden memnundu ta ki kendisini bugüne kadar hiç aldatmayan eşi onu aldatana kadar. Eşinin onu aldatmasıyla insanlığa tamamen yüz çeviren Rousseau çok uzun süre yaşayamadı ve 1778 yılında felçten dolayı hayatını kaybetti. Cesedini evinde bulduklarında çoktan ölmüştü.
Şimdi yazımızın asıl önemli kısmına geliyoruz, Rousseau'nun felsefesine. Burada en çok faydalanacağımız kitaplar Rousseau'nun felsefesini en iyi açıklayan ''Toplum Sözleşmesi'' ve ''İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Temeli ve Kökenleri'' olacaktır.
Felsefe ile azıcık iştigal etmiş olan insanlar doğal durum tartışmasını ufaktan da olsa bilirler. Ama biz bilmeyenler de olduğunu düşünerek doğal durumun bir tanımını yapalım. Doğal durum insanların topluluklar oluşturmadan, devletler kurmadan, diller oluşturmadan önceki ilkel ve vahşi yaşam halidir. Yani burada insan doğaya tabiidir. Rousseau kendinden önce doğal durumdan bahsetmiş olan Hobbes'un doğal durum felsefesini eleştirerek kendi felsefesini açıklar. Hobbes'a göre insan kötü hayvandır yani varoluş olarak kötüdür. Saldırma eğilimindedir ve devletlerin oluşumu insanların haklarının savunulması için kaçınılmazdır. Öbür türlü birbirlerinin haklarına riayet etmeyen vahşi insan kötü niyetle diğerlerine zarar verir yani güçlü zayıfı ezer. Rousseau ise buna farklı bir bakış açısından bakar. Ona göre vahşi insan kendisini bekleyen potansiyel tehditlerden dolayı tir tir titremektedir ve Hobbes'un dediğinin aksine saldırma değil savunma eğilimindedir. Ona göre vahşi yaşamdaki insan muhtaç olduğu ihtiyaçları dolayısıyla fiziksel olarak kuvvetli olmalıdır ve modern insanın aksine vahşi insan çok daha atik, dirençli ve güçlüdür çünkü buna oranla onun mücadele ettiği canlılar da vahşidir. Kısaca doğaya ayak uydurma meselesi. Ona göre vahşi hayvan evcilleştirilip kafese yahut ahıra konduğu vakit nasıl tembelleşmeye başlıyorsa insan da sosyalleştikçe tembelleşmekte, zayıf düşmekte, ürkek ve korkak bir hale düşmektedir.
Rousseau'ya göre vahşi insan sadece anı kurtarma kaygısı taşıdığından yarın bile ne olacağını pek umursamaz. Bu durumda anı kurtarmakla iştigal eden vahşi insanın da mantık yürütme yetisi bir yere kadar gelişmiştir. Çünkü insan bilmeyi ve akıl yürütmeyi kendine faydası olması için ister fakat ileriye dönük bir korku veya arzu duymayan vahşi insanın bu yetilere sahip olması beklenemez. Rousseau'ya göre en merhametli insan da medeni insan değil vahşi insandır. Çünkü bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın mantığı felsefenin bir ürünüdür ve vahşi insan bunun tam tersine Rousseau'nun özsaygı dediği empati özelliğine sahiptir. Ona göre bu duygu hiçbir kavramın ve kurumun yozlaştıramadığı en saf duygudur ve insanı insan yapan şeydir. İnsan zor durumda olana empati yapabildiği oranda insandır. Kısaca kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi karşındakine yapmadır. Ama bu görüş daha sonra ''Kendine yapacağın iyiliği başkasına minimum zarar vererek yap.'' olarak değişmiştir.
Vahşi insan bir süre sonra kendi kendine yetememeye başlamaktadır. Örneğin kendinden güçlü bir canlıyla mücadele etmek tek mücadele etmeye göre topluluk halinde daha kolaydır. Bu ve benzeri sebeplerle bir araya gelen insanlar birbirleri ile anlaşmak zorunda kalmaktadır. Bu anlaşmayı sağlamak için de diller ortaya çıkmıştır. Dillerin nasıl ortaya çıktığı konusu büyük bir tartışma konusudur. Rousseau ise buna şöyle bir açıklama getirir: Ona göre insanlar öncelikle bağırtı ve hormurdanma şeklinde anlaşıyorlardı. Daha sonra bu sesleri inceltip kalınlaştırarak, alçaltıp yükselterek farklı farklı nesneleri belirtmek için kullandılar. Ama burada dikkat edilmesi gereken şey şudur ki burada isimlendirdikleri nesneler genel bir kavramı değil spesifik bir nesneyi ifade etmektedir. Örneğin ağaç kelimesini bulmuşlar diyelim, bu kelime genel olarak bütün ağaçları değil evlerinin yanındaki bir ağacı ifade etmektedir. Çünkü ağaç kavramını genelleştirmek ve türlere ayırmak için aralarındaki benzerlikleri çözmeleri ve ona göre anlaşmaları gerekmektedir. Daha sonra farklı sesler de çıkarmayı öğrenerek dillerini geliştirdiler.
Bu noktadan sonrası çok önemlidir. Çünkü bu gelişmişlik seviyesinden sonra insanlık tarihini kökünden değiştirecek olan bir kanun koydular. Bu kanun bütün devletlerin de temelini atacak bir kanundu. Yani özel mülkiyet hakkı. İnsanlar kendi alanlarını koruma altına almak maksadıyla burası benim, şurası senin gibi kanunlar koydular. Rousseau'ya göre bu insanlar arasındaki eşitsizliğe giden yolun başlangıcıydı. Çünkü doğal durumdayken belli bir yere sahip olmayan insanlar arasında mülkiyete dayalı bir eşitsizlik söz konusu olamazdı çünkü dünyada her yer sahipsizdi. Ama özel mülkiyetin ardından güçlü olan fazla toprak almaya, fazla toprak alan daha zengin olmaya, daha zengin olan da fakir olanı ezmeye başladı. Devletlerin ortaya çıkmasının ardından bu zenginlikte aşmış kişiler o devletlerin idarecileri ve soyluları oldu. Çünkü çok zengin olan potansiyel zenginlerin palazlanmasına izin vermedi. Bu zenginlik tek kişinin elinde ise monarşi, bir grubun elindeyse bunlar kendi aralarında eşit olduğu için aristokrasi, herkesin zenginliği eşit ise aralarında en adil olan demokrasi doğdu. Bu saatten sonra insanlar arasındaki eşitsizlik kendini gösterdi ve iş içinden çıkılamayacak ve dönülemeyecek bir noktaya vardı. Rousseau'ya göre bu kaçınılmazdı ve geri dönülmesi de imkansızdı.
Rousseau özel mülkiyet hakkında görüşünü en net olarak şöyle ifade etmiştir;
''Bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip kendi kendisine 'bu bana aittir,' diyebilen ve buna inanacak kadar saf olan insanlar bulabilen ilk kişi medenî toplumun gerçek kurucusu olmuştur. Bu kazıkları söküp atacak veya hendeği dolduracak ve arkadaşlarına 'bu sahtekara kulak vermekten sakının, bu toprağın ve meyvelerinin hepimize ait olduğunu bir kez unutacak olursanız mahvolursunuz!' diye haykıracak olan ilk kişi insanlığı kim bilir ne kadar çok suçtan, ne kadar çok savaştan ve cinayetten, ne kadar çok korku ve dehşetten, talihsizlikten kurtarmış olurdu.''
Jean Jacques Rousseau-İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Temeli ve Kökenleri Sayfa 61 - Oda Yayınları
''Özgür bir devletin yurttaşı ve egemen varlığın bir üyesi olarak dünyaya geldiğim için, kamu işlerinde sözümün etkisi ne denli az da olsa, oy verme hakkım bu işleri öğrenmek görevini yüklenmeme elverir.''
Jean Jacques Rousseau- Toplum Sözleşmesi, Sayfa 3, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
Gelelim günümüz devletlerini şekillendiren o meşhur esere yani Toplum Sözleşmesi'ne. Burada şunu belirtelim ki toplum sözleşmesi kavramı ilk defa Rousseau tarafından ortaya atılan bir kavram değildir. Bu kavramı Hobbes, Locke gibi filozoflar da kullanmıştır. Rousseau bu eserinde yine kendinden önceki filozofları yer yer eleştirerek yer yer de destekleyerek kendi fikirlerini açıklar. Kitabın ilk bölümünde Rousseau der ki “İnsan özgür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur. ” Rousseau'ya göre halk karşılığında hiçbir şey almadan kralı ve çevresindekileri beslemektedirler. Bu şekilde özünde hür olan insan zincirlere vurulmuş olur. Halbuki insanlar arasındaki toplumsal sözleşmenin yani Rousseau'ya göre özel mülkiyetin icadının ardından kendi kişisel haklarını korumak için yaptıkları sözleşmenin şu an geldiği noktayla alakası yoktur. Rousseau özgürlük ve hak kavramlarına da değinir. Hak, ona hükmeden kral vb. yok olsa dahi ortadan kalkmayan, yok olmayan bir olgudur. Hak ne alınabilir ne de bir başkasına verilebilir. Hak zaten en başından beri vardır, yasa koyucunun yaptığı iş bu hakkı bulmaktır, yoktan var etmek değil. Haklar insan çeşitliliği arttıkça kendi kendilerini siyaset ve ahlak felsefesi açısından adeta türetmekte, hak koruyucularının ve yasa koyucuların yaptığı iş de bunları keşfetmeyi kendilerine ilke edinmektir. Kölelik ve hak kavramları birbirinden tamamıyla uzak şeylerdir. Köle mutluluğu diye bir şey yoktur ve bu hapishanede dinlenen bir mahkuma benzer ama orada dinlenmesi hapishaneyi onun için özlenilecek bir yer yapmaz. ''Kölelik doğal bir duruma gelmişse, doğaya aykırı bir köleliğin sonucudur bu. İlk köleleri köle yapan kaba güçse, onları kölelikte tutan da korkaklıkları olmuştur.'' Toplum her bakımdan kusursuz bir toplum sözleşmesiyle bir olmalıdır. Toplumun her bir üyesi kendini bütün haklarıyla birlikte topluma adarsa bu birlik oluşur. Ve kimse bu birin zıttına bir şey yapmaz çünkü kimsenin bundan bir çıkarı olmaz şayet toplumu oluşturan zarar vermek isteyen de dahil bütün toplumun ortaklığıdır çünkü. Toplumda elit dediğimiz seçkin bir sınıfın var olması ve bu sınıf uğruna diğer sınıfların feda edilmesi o toplumda bu birliğin olmadığının bir göstergesidir.
''Bütün çıkarların anlaştığı bazı noktalar olmasaydı, hiçbir toplum var olmazdı. İşte, toplum bu ortak çıkar açısından yönetilmelidir.'' Toplum Sözleşmesi sayfa. 23- Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
Unutmadan belirtelim ki Rousseau eserinde doğal durumdayken mükemmel olan ama giderek yozlaşan insan topluluğunun eski doğal durumuna dönmesinin imkansız olduğunu bildiğinden zararı en aza indirgemek amacıyla o anki toplumla en iyi düzenin nasıl kurulabileceğini idealize eder.
Bu toplumda çıkarlar arasında bir ortaklık söz konusudur. Örnek verecek olursak bir çiftçi mahsül yetiştirerek hem kendi karnını doyurmakta hem de topluma ürün vermektedir. Veya bir madenci, madencilik yaparak hem kendi geçimini sağlamakta hem de toplumun ihtiyacı olan madenleri onlara kazandırmaktadır. İşte toplum da egemen güç tarafından bu ortak çıkar gözetilerek yönetilmelidir. Egemenlik ise bir alt-üst ilişkisi değil toplumun her bir ferdinin birbiriyle yaptığı sözleşmedir. Bireyin kendini bütün haklarıyla birlikte topluma adaması bir vazgeçme değil değiş-tokuştur. Çünkü toplum sözleşmesinden önce daha kötü durumda olan insan şimdi kat kat iyi durumdadır ve toplum sözleşmesinin bir amacı da kişilerin korunması olduğu için bu yararlı bir değiş-tokuştur.
Tabii ki bu sözleşmeyi yapan insanlar genel bir istem oluşturacaksa bu insanların belli bilinç ve eğitim düzeyine ulaşmış insanlar olması gerekir. Rousseau der ki;
''Yeterince aydınlanmış olan halk karar almaya, oylamaya başladığı zaman, yurttaşlar arasında hiçbir birleşme olmazsa, küçük ayrılıkların büyük sayısından her zaman genel istem doğar ve oylama her zaman yerinde bir oylama olur. Ama genel bir birleşme zararına dolap ve düzenlerle birtakım küçük birleşmeler olursa, bunlardan her birinin istemi üyelerine oranla genel devlete oranla özel olur. O zaman artık insan sayısı kadar değil, birleşme sayısı kadar oy sahibi var denebilir. Ayrılıklar daha azalır ve daha az genel bir sonuç verir. Bir de şu var: Bu birleşmelerden biri diğerlerine üstün gelecek kadar büyük olursa artık ortada küçük ayrılıkların toplamı yok, bir tek ayrılık var demektir. O zaman genel istem diye bir şey yoktur artık, üstün gelen görüş de sadece özel bir görüştür.'' Toplum Sözleşmesi Sayfa:27 Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
Bu kısmı günümüz devletleri açısından yorumlama işini size bırakıyorum çünkü hala güncelliğini koruyan bir durumdur.
Güçler ayrılığı ilkesini ilk kavramlaştıran filozof Montesquieu gibi yürütme ve yargının ayrımı Rousseau için de çok önemlidir. O yasamayı bir makineyi yapan mühendisler yürütmeyi de makineyi çalıştıran kişiler olarak görür. İşleri birbirinden son derece farklıdır. Bu yüzden hükümet ile egemen varlık birbirine karıştırılmamalıdır. Hükümet egemen varlık tarafından yürütme işini yerine getirmekle yükümlü görevlilerdir sadece. Ve o görevliler ödev ahlakıyla işlerini kendi çıkarları için değil sadece toplumun çıkarı için yapar. Çünkü yürütme görevinde olmak bir üstünlük değil sadece bir sorumluluktur. Ve bu sorumluluğu taşıyan vicdanlar hissettikleri ağırlıktan ötürü görevlerini layıkıyla yerine getirerek bir an evvel sorumluluğun kendilerinden gideceği zamanı kollarlar. Ve eğer yeni bir yasa koyulacaksa bu yasa tüm toplumun ihtiyacından doğmak zorundadır. Günümüzde koyulan yasaların bizim yani halkın işine yaraması şansa göredir. Rousseau'da ise durum böyle değildir çünkü aksi takdirde koyulan yasalar genel istemin bekası için değil belli bir kişinin, bir grubun ya da partinin çıkarı için koyulur. Bu da toplumun mutsuzluğuna ve egemen varlığın dağılmasına yol açar. ''Nasıl bir mimar büyük bir yapıya başlamadan önce yapının ağırlığına dayanıp dayanamayacağını anlamak için toprağı inceler ve sondalarsa, bilge bir yasacı da aslında iyi birtakım yasaları kaleme almadan önce, bunları halkın hoş karşılayıp karşılamayacağını araştırır.''
Sonsuza kadar ayakta kalacak hiçbir devlet yoktur en fazla diğerlerinden daha geç yıkılacak devlet vardır. Eğer bu durum böyle olmasaydı ütopyaların imkansızlığı söz konusu olamazdı. Rousseau'nun devleti de bu bağlamda doğduğu anda ölmeye başlayan insan vücudu gibidir.
Rousseau, temel teoriyi oturttuktan sonra eserine demokrasi, monarşi, aristokrasi, meclisler, seçimler, hükümetin kötüye kullanılması, hükümetin zorla ele geçirilmesini engelleyecek yollar, toplum dini gibi konuları işleyerek devam eder. Fikirlerini de başta Roma tarihi olmak üzere üstün tarih bilgilerini konuşturarak destekler. Örneğin her sistem her memlekete gitmez şeklinde ortaya attığı fikrini açıklarken devletin doğal sınırlarına ulaşmasından ve fazla toprak sahibi olmanın fazla güçten ziyade fazla sorumluluk getirdiğinden yönetim sınırını aşmasından falan bahseder. Bu tarz küçük küçük detaylar da Rousseau'nun sizi kendi felsefesine inandırmasında etkilidir.
Yukarıda saydığım bütün bu konuları açıklamaya kalkışmayacağım çünkü hem bu yazı çok uzayacak hem de başarabileceğimden şüpheliyim. Meraklısı bizzat kitabı okusun. ''Oysa bütün bu konular benim dar görüşümü aşar; amacımı daha yakın alanlara yöneltmem gerekirdi.''
Ömer Özdemir
KAYNAKÇA:
Rousseau Jean Jacques, Bilimler ve Sanatlar Üzerine Söylev, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2021, İstanbul
Rousseau Jean Jacques, Toplum Sözleşmesi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2021, İstanbul
Rousseau Jean Jacques, İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Temeli ve Kökenleri, Oda Yayınları, 2020, İstanbul
Yorumlar
Yorum Gönder