Yanındayken Olduğum Kişiyi Özledim
Yanındayken Olduğum Kişiyi Özledim
“Bütün dünya bir sahne/ Ve tüm erkeklerle kadınlar oyuncu sadece.” der Shakespeare. Onun oyunlarına baktığımızda bu söz pek de yerinde söylenmiş gözükmüyor. Kendisi bir romantik sonuçta. Biz bugün duygularını onun oyunlarındaki denli uçlarda yaşayan yahut o denli şairane konuşan erkeklerle kadınlara pek rastlamıyoruz. Yine de Shakespeare’in sözünü öylece silip atmak bana doğru gelmiyor.
Carl Jung, analitik felsefenin kurucusu, 1953’te “persona” kavramını ortaya atıyor: “maske”. Topluluk içinde bazı yanlarımızı gizler, bazı yanlarımızı öne çıkarırız; kişiliğimize maskeler takarız. Takındığımız maskeler de o gün dahil olduğumuz sosyal çevreye göre değişir elbette. Çoğu zaman topluluğun talep ve ihtiyacı belirler kimi oynayacağımızı. Evde şefkatli bir anne, ofiste azimli bir yönetici olabiliriz; partnerimizin yanında önemseyen erkeği oynarken arkadaş ortamımızın her mevzuyu dalgaya vuran vurdumduymazı da olabiliriz. Topluluğun bize biçtiği rolü oynamaktan keyif alıyorsak devam ederiz oynamaya; keyif almıyorsak da ya terk ederiz orayı ya da bunalıma sürükler bu durum bizi, “kendimiz gibi davranamadığımızı” hissederiz.
“Kendin ol!” mesajı, nedendir bilmem, medyada kendine epey yer buldu. Ben çocuk yıllarımda bu tümceyle her karşılaştığımda “İyi de ben kimim ki?” diye dertlenmiş buldum kendimi. Cebimdeki maskelerden birinin gerçek ben olduğunu ve benim hangisi olduğunu bulmam gerektiğini sanıyordum. Öğrendim ki bu konuda kafası karışık olan yalnız ben değilmişim. Jung, kişinin kendisini tek personaya hapsetmesi durumundan büyük bir tehlike olarak bahsediyor. “Kendisini defteriyle özdeşleştiren bir profesör ve kendisini ses rengiyle özdeşleştiren bir tenör” şeklinde örneklendiriyor. Bu durumların “kişiliğin boş bir persona altında boğulup yok olmasıyla ya da ‘enantiodromia’yla sonlanacağını” söylüyor. Enantiodromia, kişinin bir anda eskiden alışkın olduğunun tam tersi davranmaya başlaması. Şu ana kadar bahsettiklerimizden anlıyoruz ki bir kişinin birbirine zıt gözüken davranışlar sergilediği ayrı personalara sahip olması çok doğal. Doğada her şey karşıtıyla mevcut, bizde de bunun böyle olması gayet makul.
En “kendimiz gibi” hissettiğimiz zamanlarsa kendi rolümüz üzerinde söz hakkına sahip olduğumuzu hissettiğimiz ortamlardadır. Topluluğun bizden istediğine mecbur olmamak koşulsuz seviliyor olmaya yakınlaştırır bizi. “Olduğumuz gibi” sevildiğimize ikna oluruz. Yalnız topluluğun sunduklarıyla yetinmeyip diğer ihtiyaçlarımızı da talep edebiliyoruzdur artık.
İnsanların dahil oldukları topluluklardan karşıladığı çok temel bir ihtiyaç vardır: Olma ihtiyacı. Feda ederek fedakar olma ihtiyacı, şefkat göstererek anne olma ihtiyacı; yol göstererek lider, sevgini yönelterek seven, kandırarak zeki olma ihtiyacı... Önem verdiğim birkaç insanın arka arkaya hayatımdan çıktığı ya da benim onları hayatımdan çıkarttığım bir dönem olmuştu. Kendimi başka insanlarla onların yerini doldurmaya çalışırken yakaladığım birkaç seferden sonra fark ettim: Özlediklerim onlar değil, onların yanındayken olduğum kişilerdi. Seviliyordum ama hoyratça seven olmayı özlemiştim, şakalarıma gülünüyordu ama şakaya gülen olmayı özlemiştim, hatırımı soran çok kişi vardı ama ben dert dinleyen olmayı özlemiştim. Bunların tümü benim eylememle gerçekleşecek şeylerdi. Özünde yalnızca bakış açımı değiştirdim, evet. Ama özlemini duyduğum şeylerin dış dünyanın sonsuzluğunda, bilmediğim bir yerlerde değil de içimde bir yerlerde olduğunu, gittiğim yere onları da götürdüğümü düşünmeye başlamak beni huzura saldı. Aradığın insanlarsa insanlar neredeyse benzersizdir. Oysa ezberindeki bir oyunu kiminle yeniden oynayacağını seçmek, bu senin elinde.
Selametle,
Buğra Işıkdemir
Yorumlar
Yorum Gönder